Yapay zekanın gelişmesi, sinema sektörünü de etkileyerek seyircilerin hayal gücünü genişleten sahneler oluşturmaya katkıda bulunuyor. Yönetmenliğini Yorgos Lanthimos’un yaptığı ‘Poor Things’ filmi, senaryo ve oyuncu performanslarının yanı sıra ilginç kostüm tasarımları ve sürreal set tasarımlarıyla da Oscar’a aday gösterilmeye hak kazanmış. Yapım tasarımcıları James Price ve Shona Heath, Poor Things’in set tasarımı için “günümüz teknolojisiyle 1930’ların stüdyo filmi” yaratmayı amaçlamış ve fim akışında Londra, Lizbon ve Paris gibi mimarisiyle dikkat çeken kentlere yer verilmiş. Fakat bu kentler, adeta baştan yaratılmış ütopik, tekdüzelikten uzak, sürreal sahneler olarak karşımıza çıkıyor ve iç mekanlarla birlikte bütüncül bir tasarım dili yakalıyor.
Bir bilim insanı tarafından bir bebeğin beynini alarak hayata döndürülen genç bir kadının hikayesini konu alan film, konusu gibi sahnelerinde de fantastik unsurlar barındırıyor. Filmin ana karakteri Bella Baxter (Emma Stone tarafından canlandırılıyor), ‘Tanrı’ olarak adlandırdığı bilim adamının evinde uzun bir süre kaldıktan sonra, kendini ve hayatı keşfetmek amacıyla dünya yolculuğuna çıkıyor. Londra’dan Lizbon’a, İskenderiye’den Paris’e her bir mekanın rüya gibi görüntüleri, hem Baxter’ın değişken ruh haline hem de filmin gerçeküstülüğüne atıfta bulunuyor. Filmin yüzde doksanı, Budapeşte’deki büyük setlerde çekilirken sadece küçük bir kısmı mevcut mekanlarda çekilmiş.
Büyük setler halinde inşa edilen Bella’nın evinin iç mekanını yaratmak için Heath ve Price, 19. yüzyılda sahibi tarafından toplanan tablolar, antikalar ve sanat eserleriyle dolu olan Londra’daki neo-klasik Sir John Soanes Müzesi’nden ilham almış. Filmden kareler her ne kadar renkli görünse de başlangıçta ev sahnelerinin siyah beyaz olduğunu görüyoruz, Bella’nın yolculuğu başladığında ise renkli atmosferler karşımıza çıkıyor. Bu nedenle renkten ziyade devasa dokulara yer verilmiş, kontrastlar ve farklı dokularla oynayarak Willem Dafoe’nun canlandırdığı doktorun hayvanları ve diğer nesneleri birleştirmesine benzer bir şekilde mimariyi “birleştirmeye” de odaklanılmış.
Bella’nın yolculuğunun ilk rotası Lizbon oluyor. Görüntülerin fiziksel olarak kolajlanması, üzerlerine çizimler yapılması ve sonrasında bilgisayara aktarılarak düzenlenmesiyle ilgi çekici sahneler oluşturulmuş. Lizbon kentinin mimarisi için Ricardo Bofill’in binalarından ilham alınmış. Modernist mimarinin ortaçağ mimarisiyle harmanlandığı sahneler aynı zamanda baykuş, yunus ve denizkızları gibi bir sürü efsanevi yaratık barındırıyor.
İskenderiye seti ise büyük bir minyatür olarak inşa edilmiş. Tam boyutlu bir mekan yerine büyük bir minyatür olarak inşa edilen şehir seti, önemli bir olay örgüsünün altını çizerek tüm bir şehre yoğunlaştırılmış bir genel bakış sunuyor.
Büyük yemek sandalyeleri ve baş üstü ısı lambaları gibi absürt unsurlar, yemek odasındaki duvarlarda yer alan tabaklar gibi sıradan İngiliz dekorasyon motifleriyle harmanlanmış.
Filmin en önemli setlerinden biri ise, hikayeye etkisi ve filmde kalma süresi açısından Paris kenti oluyor. Genelevde ağır süslemeli barok tarzı binada fallik pencereler bulunuyor.
Seyircilere adeta görsel bir şölen sunan film, 2024 yılında Yorgos Lanthimos’un başyapıtı olarak oldukça ses getirdi.
Kaynak: dezeen.com
Fotoğraflar: Searchlight Pictures
Yorum Yazın!