Sinemada mekân, çoğu zaman hikâyeye hizmet eden ikincil bir unsur gibidir; olaylar ve karakterler öndedir, mimari ise çoğu zaman fark edilmeden arka planda kalır. Oysa bazı filmler vardır ki mekân, yalnızca olayların geçtiği bir yer olmaktan çıkar ve anlatının yönünü belirleyen temel öğelerden biri hâline gelir. Alex Garland’ın yazıp yönettiği Ex Machina (2014), Norveç’te Jensen & Skodvin Architects tarafından tasarlanan Juvet Landscape Hotel’de geçen kurgusuyla, mekânın sinemada nasıl güçlü bir anlatı aracına dönüşebileceğini gösteriyor.

Film, genç bir yazılımcı olan Caleb’in çalıştığı teknoloji şirketinde düzenlenen bir yarışmayı kazanmasıyla başlıyor. Bu ödül sayesinde Caleb, şirketin CEO’su Nathan Bateman’ın evinde bir hafta boyunca çalışmak üzere davet edilir. Buradaki temel görevi, Nathan’ın geliştirdiği ileri düzey yapay zekâ olan Ava’yı test ederek onun gerçekten bilinçli olup olmadığını değerlendirmektir.

Caleb, yarışmayı kazandıktan sonra özel bir uçakla Nathan’ın evinin bulunduğu araziye götürülür. Telefonların çekmediği, tamamen ormanın içinde olan bu yere bırakılınca, başta karakterin yaşadığı tedirginliği görürüz. Belirsizlikle ilerleyen Caleb, ormanın derinliklerine gizlenmiş, neredeyse fark edilmeyecek olan o evi görür. Doğaya minimum müdahaleyle yerleştirilen bu yapı, ilk bakışta izleyiciye yalnızlığı ve izole olma durumunu hissettirir.


Nathan’ın gizlilik ve kontrol arzusunu karşılayan ev, doğanın içinde yer almasına rağmen doğayla eşit bir ilişki kurmaz; onu çerçeveler ve sınırlar. Bu kontrol evin içine girdiğimizde, özellikle camın kullanımı üzerinden belirginleşir. Üst katta cam, ormana ve göle açılan geniş manzaralar sunarak ferahlık ve özgürlük hissi yaratırken alt katta sınır koyan, hareketi kısıtlayan bir araca dönüşür; şeffaflık burada özgürlüğü değil, gözetimi sağlar.

Bu eşitsizliği, Ava’nın alt kattaki giyinme odasında, camın arkasında görünen ağaçla hissederiz. Ava, bu ağacı net bir biçimde görebilir ancak cam, aradaki keskin sınırı çizer. Ava’nın “insan” gözükmek için attığı ilk adımda, doğal ve gerçek olana duyduğu yakınlık ile ona erişiminin olmaması arasındaki çelişki açığa çıkar. Cam, Ava’nın tam anlamıyla insan olamayacağını; doğal olanla arasındaki sınırın hep var olacağını hissettirir.

Evin dış cephelerinde tercih edilen koyu tonlar, yapının doğanın içinde kaybolmasını destekler. Buna karşılık, dışarıyla hiçbir görsel bağlantısı olmayan iç koridor boyunca uzanan kırmızı halı, mekânsal anlatıda ani bir kırılma yaratır. Bu cesur renk, belirsiz bir tehdit, bastırılmış bir dürtü ya da kontrol altına alınmış bir cesaret hissi uyandırır.

Filmin finalinde Ava evden çıkarak doğaya karışır, yapay olan ile doğal olan arasındaki sınır kalkar. Camın, kapıların ve sınırların ortadan kalktığı bu sahne, tüm mimari kurgunun çöktüğü andır.

Ex Machina, mimarlığın sinemada yalnızca estetik bir unsur olmadığını; mekânın bir anlatı aracı, hatta bir karakter gibi işlediğini gösterir. Film yalnızca yapay zekânın sınırlarını değil, ‘insan’ olmanın ve özgürlüğün anlamını sorgular.








Yorum Yazın!