Mimarlar insanların bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabul ettikleri, vakit geçirdikleri ve keyif aldıkları dünyalar inşa ederler. Mimarinin insan hayatındaki yerini ve önemini anlamak isteyen biriyseniz etrafınıza bakmanız yeterli; çünkü muhtemelen şu anda onunla çevrilisiniz. Mimarlık insanların yaşadığı fiziksel ortamı yaratmak ve tasarlamak üzere ortaya çıkmış bir meslektir. Yaşadığımız alanlar nasıl hareket ettiğimizi ve nasıl hissettiğimizi etkiler. Tarihten günümüze çevremizi şekillendiren mimarlar aslında kültürümüzün de önemli bir parçasının oluşumuna katkı sağlamışlardır. İnsandan bağımsız düşünülemeyecek bu meslek çevresine sürekli olarak yön verir. İnsanların kendilerini nasıl gördükleri kişisel gelişimleri için ne kadar önemliyse çevrelerini nasıl gördükleri de aynı oranda önem arz eden bir unsurdur ve bu yapılı çevrenin oluşumundaki en önemli aktörlerden biri mimarlardır. Alain De Botton’un Architecture of Happiness kitabında geçen ‘yazdığımız gibi inşa ediyoruz: bizim için önemli olan şeylerin kaydını tutmak için’ (‘as we write, so we build: to keep a record of what matters to us’) cümlesi kültürümüzün, çevremizin ve yaşayışımızın şekillenmesinde mimarların rolünü çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Mimarların çevremize kazandırdıkları eserlerin en önemli özelliklerinden biri de uzun süre hayatımızın birer parçası olacak şekilde tasarlanmış olmalarıdır. Bu nedenden bir mimar hem geçmişten referans alır hem de geleceğe ışık tutar.
Şehirlerin simgesi haline gelen yapılar, meydanlar, sadece bir yapıyı görmek ve deneyimlemek uğruna gidilen yollar… Bunların hepsi insanın mimariyle olan bitmeyecek bağının birer sonucudur. İyi tasarlanmış bir kamusal alanla gelişen bir şehrin ya da bir yapının çevresiyle kurduğu eşsiz diyaloğun merkezinde hep insan yatar. Yapıların formları, tasarım dilleri, mekansal kurguları farklılık gösterse de asıl önemli olan unsur onu kullanacak kişi veya kişilerdir. Sürekli değişim içinde olan insanlar, yaşama alışkanlıkları, şehirler, dengeler mimarinin de bu düzene ayak uydurmak adına sürekli bir dönüşüm içerisinde olmasına sebep olur. Bir yandan da mimarideki tüm bu değişimlere ve evrimlere rağmen hayatımıza dahil olmuş öyle yapılar vardır ki onlar için artık zamansız tanımını kullanabiliriz. Bu ikonik yapılardan bazıları bulundukları bölgenin kimliğinin oluşumuna büyük katkı sağlamış ve hatta birçok insanın gezi rotalarının belirleyici unsuru olacak kadar hafızalarımızda yer etmişlerdir. Dünyanın en bilinen yemek rehberlerinden biri olan Michelin’in üç yıldız verdiği restoranları tanımlamak için kullandıkları ‘fevkalade, özel bir yolculuğa değer’ açıklaması bu mimari yapıları tanımlamak için de oldukça uygun. Mimariye ve tasarıma meraklı her insanın muhtemelen bilgi sahibi olduğu bu ikonik yapılar gerçekten de sadece görüp deneyimleyebilmek için bile özel bir yolculuğu hakediyorlar. Kimileri mimari bir akımın başlangıcı sayılabilirken kimileri de bulundukları şehrin simgesi haline gelmiş ve şehrin turizmine yöne veren yapılar olmayı başarmışlar. Tabi ki geçmişten günümüze zamanlarının ötesinde tasarımlar diye bahsedebileceğimiz yapıların sayısı oldukça fazla; fakat burada farklı coğrafyalardan birkaç örnekten bahsedip, şu anda şartlar nedeniyle gerçekleştiremediğimiz fiziksel seyahatlere alternatif olamasa da sanal bir gezintiye çıkalım.
Villa Savoye
Paris’in dışındaki küçük bir bölge olan Poissy’de yer alan Villa Savoye ünlü mimar Le Corbusier tarafından tasarlanmıştır. 1929 yılında tamamlanan yapı 20. yüzyılda modern mimariye yapılan en büyük katkılardan biri olarak kabul ediliyor. Dönemin mimari tarzını değiştiren en önemli mimari örneklerden biri haline gelen Villa Savoye tasarımının ilhamını 20. yüzyıl başlarının mekanik-endüstriyel ortamından alıyor. Le Corbusier’in ‘Ev yaşamak için bir makinedir’ sözü tasarımın verimlilik adına diğer endüstri alanlarında bulunan yenilikçi nitelikleri ve ilerlemeleri kulanmasını desteklemektedir.
Atatürk Kültür Merkezi
Modern mimarinin ülkemizdeki en eski ve önemli sembollerinden biri olan Atatürk Kültür Merkezi uzun bir dönem Türkiye’nin kültür ve sanat merkezi olma görevini üstlenmiştir. İlk projesi 1946 yılında Feridun Kip ve Rukknettin Güney tarafından tasarlanan yapı yaşanılan ekonomik sıkıntılar ve yangın sonrası akıllarda kalan son haline Hayati Tabanlıoğlu’nun yapıyı tekrar tasarlaması sonucunda ulaşmıştır. 1970 yılında bir oyun sırasında çıkan yangından oldukça hasar gören yapı 1978 yılında tekrar kullanıma açılmış ve 2000’li yıllara dek aktif olarak kullanılmıştır. Yalnızca bir opera binası olması amacıyla tasarlanan eski yapı Hayati Tabanlıoğlu’nun projesinde bir kültür merkezine dönüştürülmüştür. İkonik cephesi ve fuayesindeki yuvarlak merdiveni ile herkesin hafızasına kazınmış Atatürk Kültür Merkezi şimdilerde Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu Murat Tabanlıoğlu tarafından çok daha modern bir yorumla tekrar hayata geçmeye hazırlanmaktadır. Cephenin aslına uygun olarak yeniden inşa edilceği projede birçok değişiklik ve ekleme bulunmaktadır.
Sidney Opera Binası
Avustralya’nın Sidney kentinde bulunan opera binası ülkenin belki de en meşhur yapılarından biri. Bu meşhur yapının geçmişi de oldukça uzun ve enterasan. 1956’da hükümetin Sidney’i canlandırmak adına, opera ve senfoni konserleri için iki performans salonunun tasarımının gerçekleştirilmesi üzerine yaptığı açık yarışma çağrısı ile yapının hikayesi başlamış. Danimarkalı mimar Jorn Utzon o dönemde çok bilinmeyen bir mimar olmasına rağmen yarışmaya katıldığı oldukça basit ve şematik eskizlerle jürideki ünlü mimar Eero Saarinen’in ilgisini çekmiş ve bu eskizlerin dünyanın en önemli opera binalarından birinin konseptini sunduğuna ikna olmuş. Mart 1959’da başlayan inşaat üç aşamada gerçekleşmiş: limana bakan podyumun temeli ve inşası, dış kabukların inşası ve son olarak iç mekanların inşası. Planlandığından çok daha yüksek bütçelere mal olan proje tamamlandığında bir teknoloji ve toplum anıtına dönüşmüş. Yapı 2007 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alındı. Jorn Utzon 2008’deki ölümünden beş yıl önce Pritzker ödülüne layık görüldü. Mimar yıllar öncesinde istifasına yol açan siyasi sorunlar nedeniyle en önemli yapılardan biri olarak kabul edilen şaheserini deneyimlemek için Avusturalya’ya asla geri dönmedi.
Şelale Evi
Amerikan mimarisinin gelmiş geçmiş en iyi mimari örneklerinden sayılan Frank Lloyd’un tasarladığı Şelale Evi’nde (Fallingwater House) doğa ve mimari adeta bir bütün haline geliyor. Frank Lloyd Wright evi arkadaşı Edgar Kaufmann için tasarlamış ve inşaatı üç yıl sürmüş. Aslında müşterinin talebi Pennsylvania’daki Bear Run Doğal Koruma Alanı’nın 9 metrelik şelalesine bakan bir evmiş; fakat alanı ziyaret eden Wright akan suyun üzerine çıkan bir kaya görünce evi oraya inşa etmeye ve suyun evin altından akmasına izin vermeye karar vermiş. Bu eşsiz karar sonucunda da belki her mimarin zihninde Frank Lloyd Wright dendiğinde ilk canlanan eser ortaya çıkmış. Wright çevredeki doğal formlara atıfta bulunmanın yanı sıra yapının çevresiyle yani doğa ile ahengini maksimum düzeyde tutmak adına yerel malzemeler tercih etmiştir. Ev 1991 yılında Amerikan Mimarlar Enstitüsü tarafından ‘Amerikan mimarisinde tüm zamanların en iyi eseri’ olarak seçilmiş.
Referanslar: archdaily.com, dezeen.com, holzerkobler.com, ‘Architecture of Happiness-Alain De Botton’
Fotoğraflar: 1.archdaily.com (Flick User:End User), 2.Salt Arsiv-Reha Gunay, 3. Jozef Vissel, 4. Robert p Ruschak (Courtesy of the Western Pennsylvania Conservancy)
1 Yorum