Pretend It’s a city

Ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin Netflix için çektiği 7 bölümlük belgesel serisinin başrolünde oldukça dikkat çekici bir karakter yer alıyor: Fran Lebowitz. Aynı zamanda Scorsese’nin yakın arkadaşı olan Lebowitz, düşündüğünü açıkça dile getirmekten çekinmeyen, güldürürken düşündürmeyi başarabilen, nüktedan bir yazar. Belgeselin ismi aslında Lebowitz’in New York’a gelenlere vermek istediği bir tavsiye: Şehirde olduğunuzu varsayın.

İnsanlarla arasının iyi olmadığı aşikâr fakat bunun nedenlerini öyle ustaca dile getiriyor ki zaman zaman ona hak vermemek neredeyse imkansız hale geliyor. Gözlem yapmayı çok sevdiğini, hatta bunun neredeyse işi haline dönüştüğünü söylüyor. Teknolojiyle arası hiç iyi olmayan başrolümüzün ne telefonu var ne de bilgisayarı. Sokakta nereye gittiğine dikkat eden tek kişinin kendisi olduğundan çünkü artık herkesin yürürken bile telefonuyla ilgilendiğinden bahsediyor. Düşününce haksız da sayılmaz!

71 yaşındaki Fran Lebowitz 50 yılı aşkın süredir New York’ta yaşıyor. Şehrin ve insanların bu süre zarfındaki dönüşümüyle ilgili yaptığı gözlemleri dinlemek izleyiciye inanılmaz keyif veriyor. New York’ta bir taksici olarak başladığı çalışma hayatının zaman içerisinde nasıl değiştiğini samimi fakat bir o kadar da aykırı bir üslupla anlatıyor. Zaman zaman New York’un kalabalık sokaklarında, zaman zaman Queens Museum’un içerisinde yer alan Robert Moses’ın 1964’te New York Dünya Fuarı için hazırladığı dev New York maketinin yanında yürürken görüyoruz kendisini. Bazen de sahne, sadece üye olanların girebildiği bir kulüp olan Players’da Martin Scorsese ile bir masa başı sohbetine dönüşüyor. Scorsese ile Lebowitz’in iletişimi oldukça keyifli, yer yer ikisinin de konuşmanın yarıda kesilmesine sebep olan uzun gülümsemeleri, ikilinin konuşmadan ne denli zevk aldığını izleyiciye doğal bir şekilde hissettiriyor.

Lebowitz şehirdeki ve dünyadaki birçok durumdan şikayetçi. Neler mi mesela? Times Meydanı’na yerleştirilen bitkilerden ve şezlonglardan tutun da boks adı altında insanların birbirlerine zarar vermesine kadar. Spordan genel anlamda haz etmediğinden de sıkça bahsediyor. Buna karşın müziğe ve özellikle kitaplara olan tutkusunu belgesel süresince birçok kez dile getiriyor. Kitapların çocukluğundan bu yana hayatında bambaşka bir önemi olduğunu ve sahaflara olan düşkünlüğünü anlatıyor.

Lebowitz parayla olan ilişkisi hakkında da konuşuyor. Çoğu şey gibi bu konuyla da arası pek iyi değil hafif aksi yazarımızın. Bir noktada Scorsese’ye itiraf ediyor ‘ Yazmayı çok severdim, ta ki para için bir şeyler yazmam istenene kadar!’ Para konusu açılınca sanat müzayedelerini de eleştirmeden edemiyor ve Picasso’nun ünlü bir eserinin satıldığı müzayedede alkışın esere değil de en fazla parayı verene gitmesindeki ironiyi yine kendine has mizahıyla dile getiriyor.

Her bölüm başka bir başlığı odağına alan belgeselde kütüphane hizmetlerinden, sanattan, mimariden, kitaplardan, spordan ve daha birçok farklı konudan bahsediliyor. Bu etkileyici yapım insanda bir süre daha sürüp gitmesini istediğiniz, düşündürücü bir sohbetteymişsiniz hissiyatı yaratıyor ve bittiğinde, alanlarında çok başarılı işlere imza atmış bu iki ünlü ismin ortaya koyduklarının tadı damağınızda kalıyor.